Cuma, Ekim 12

Aşk Köpekliktir



Öykü kitaplarını severim. Bu işe sanırım Emrah Serbes ile başlamıştım ya da Leyla Erbil ama onun kitaplarını pek hatırlamıyorum. Sonra Ahmet Ümit sevdası sardı ki beni durduramadım. Romanlarını okudum, öykü kitaplarını okumaya başladım. Hatta şiir kitabı varmış. Onu delicesine merak ediyorum. Yalnız söylemek istediğim bir şey var bunun hakkında. Beni okumaya gerçekten teşvik eden -gerçi ben o zamanlar okurdum ama her şeyi okurdum. o beni daha nitelikli yazarlar okumaya teşvik etmişti ve ona saygım sonsuzdur- öğretmenim bir söz demiştir ki hiç aklımdan çıkmaz: "Bir yazarın her kitabını okursan onun gibi yazmaya başlarsın. Özgünlüğün kaybolur." Doğru bir şey ne yalan söyleyeyim. Ama bundan çok şikayetçi miyim? Değilim. 
Bir de Ahmet Ümit daha çok roman yazsın. Ben öykülerinden ziyade onun romanlarını daha çok seviyorum. Bir Beyoğlu Rapsodisi ya da bir İstanbul Hatırası bunun yerini asla tutmaz.

Neyse çok çene çaldım ama uzun zamandır ne kitap okuyabiliyordum ne de yazı yazabiliyordum. Özlemişim biraz...

İlk öykü biraz ilginçti. Adını hatırlamıyorum şimdi. Ama son öyküsü cidden çok iyiydi. Beni başka dünyalara götürdü. Geri dönmek istiyorum ama bir türlü gerçek dünyaya dönemiyorum sanki. Ahmet Ümit'e kızgınım, çünkü hayatımın bir daha eskisi gibi olmayacağını hissettirdi bana... Doğru mu? Sanırım. Uzun zamandır hissizdim. Bana bir şeyler hissettirdiği için aynı zaman da ona bir teşekkür borçluyum.

Bu son hikayeyi, Aşk Köpekliktir'i herkes okumalı, okutturmalı. Psikopat bir hikaye...

Arka Kapak: Aşkın bütün halleri... Tutkunun aklımızı ele geçirmesi. Kötülüğün en güzel biçimi... Rezil olmaktan duyduğumuz haz... Kırılan umutlarımızın lezzetli kederi... Çiğnenen onurumuzun getirdiği kibir. Vicdan tutulması, bencilliğin son kertesi, yanılsamanın en derin anı... İmkânsız olanın çekiciliği... Yani gönüllü kölelik... Yani insanoğlunun en masum hali... Yani bildiğiniz delilik... Yani en yalansız aşk öyküleri...
"Düşümü gerçekleştirdiğimden de emin değilim. Böyle bir düşüm var mıydı, yok muydu, ondan bile emin değilim. Kafam çok karışık. Daha da kötüsü, eskiden Stefan'ı düşündüğümde güzel, iyi, masumiyetle ilgili duygular uyanırdı içimde. Coşkuyla, heyecanla, umutla dolardım. Şimdi büyük bir öfke var. Bazen insanlıktan çıktığımı hissediyorum. Düşündüklerim beni korkutuyor. Gel gör ki düşünmeden de edemiyorum. Olmuyor, beceremiyorum. Bir de oturmuş aşkın saçma olduğunu anlatıyorum. Ben de en az aşk kadar saçmayım. Diyeceksiniz ki seni, aşk saçma biri haline getirdi. Doğru ama ben de direnemedim. Asıl tutarsızlık bende. İnsan aptalca, anlamsız bulduğu bir tutkunun peşinden gider mi? Bak gidiyorum işte. Hâlâ onu arıyorum... Kafam karışık, canım yana yana gecenin bir yarısında bu bara geliyorum, ondan birini bulabilir miyim diye..."

Sayfa: 186

dipnot: kitap eski yayından kalmadır ve arka kapak yazısını d&r sitesinin everest yayınları olanından aldım.

Cumartesi, Temmuz 21

Brida


Bu kitabı bir senedir okumak istiyordum. En sonunda aldım ve okudum. Bu yüzden çok mutlu olduğumu söyleyebilirim. Okudum okumasına ama tamamen benim beklediğim gibi bir kitap çıkmadı. O bakımdan hayal kırıklığına düşmüş olabilirim.

Belki de polisiye kitabı okumaya o kadar alışmışım ki, olayın işine aşk girince çok sıkıldım. Ruh-eşi falan. Böyle şeylere kesinlikle inanmıyorum. Saçma geliyor. Fantastik sayılan unsurlarda eh işte.

Birkaç sebep dolayısıyla kitabı okumayı başlayamadım bir türlü. En sonunda "yetti, bugün başlayıp bitireceğim!" dedim. Dediğimi de yaptım.

Arka Kapak: “Ruh-eşimi nasıl tanıyacağım?”

Wicca, Brida’ya “Riske girerek” dedi. “Başarısız­lık, hayal kırıklığı risklerini göze alacaksın, ama aşk arayışından hiç vazgeçmeyeceksin. Arayışına devam ettiğin sürece sonunda zafere ulaşacaksın.”

Brida, güzel bir İrlandalı kızın ve onun bilgiye erişme çabasının öyküsü. Brida, ona korkularının üstesinden gelmeyi öğreten bilge bir erkekle ve dünyanın gizli müziğine ayak uydurarak dans etmeyi öğreten bir kadınla karşılaşır. O iki kişi Brida’da Tanrı vergisi bir yetenek olduğunu görür; ama yeteneğini kendisinin bulabilmesi için genç kızı kendi içine doğru bir keşif yolculuğuna yönlendirirler.

Brida kendi yazgısını ararken, kişisel ilişkileri ile kendini dönüştürme isteği arasında bir denge kurmaya çalışır.

Usta romancıdan çarpıcı bir aşk, tutku, gizem ve esriklik öyküsü. 

Sayfa: 214

Cumartesi, Temmuz 14

çok yakında!


Böyle olmayı o kadar çok özledim ki. Ama bu durum şu an imkansız gibi. Daha aldığım kitabı bile on sayfa okuyabildim. Bir an önce yalnız olmayı umuyorum. Evde hiç kimse yokken o kadar huzurlu oluyorum ki.

(bu arada bunu yazarken him-the sacrament çalmaya başladı. nedense çok komiğime gitti)

Pazartesi, Temmuz 9

Agatha'nın Anahtarı


Bu öykü kitabını da aslında yirmi dört haziranda okudum. Ama üşengeçliğim beni bir süreliğine alıkoyduğu için ben şimdi yazıyorum. Tebrikler bana!

Sadece iki öykü mü ne okumuştum imzaya götürürken *awkardmoment* ama okumadığım bir kitap imzalatmak istemiştim. Agatha'nın adını görünce bunu almak istedim. Evet, şekilciyim, ne var? Ehuehue. İşte Agatha'nın öyküsü gerçekten güzeldi. Onun dışında birkaç tane daha güzel vardı. Öykünün adını tam hatırlamıyorum ama şimdi. Yine de Ahmet Ümit beni hayal kırıklığına uğrattı bu kitapla. Yine de bu kitabın 1999 yılında yazıldığını unutmayalım.

Arka Kapak: Ahmet Ümit, Türkiye'de iyi polisiye roman yazılacağını kanıtlayan genç bir yazarımız. Sis ve Gece, Kar Kokusu, adlı romanlarıyla iyi bir polisiyenin iyi edebiyat olduğunu göstererek büyük ilgi toplayan yazarımızın bu kez de polisiye öykülerini sunuyoruz. Agatha'nın Anahtarı'ndaki öyküler, günümüz Türkiye'sinde geçiyor. Polisiye romanın ustalarından Agatha Christie'nin Türkiye'ye geldiğinde kaldığı Pera Palas'tan gecekondulara, yayınevlerinden emniyet müdürlüğüne kadar uzanan, geniş bir mekan içerisinde ülkemizin cinayet yalpazesini sunuyor. Ülkemizde işlenen suçlardan yola çıkarak toplumsal psikolojimiz hakkında sorular soruyor. Suçla, insan arasındaki ilişkiyi farklı bir yoldan anlatıyor. Sağlam bir matematik yapısına, sıkı bir kurguya sahip olan öyküler yalın ve akıcı bir dilde sunuluyor. Eğlanceli, düşündürücü, irkiltici, hepsinden önemlisi edebiyat tadı, edebiyat keyfi veren, meraklıları kadar polisiyeye ilgi duymayanları da etkileyecek bir kitap.


Sayfa: 148

Sefiller


Okuyacak hiç kitabım kalmadı resmen. Zaten genelde spor yapmaktan başka bir şey yapmıyorum. Evet, bu bir bakıma kötü. Biliyorum. Kitap okumayı daha çok seviyorum. Yine de elimde kitabım pek yok. Liste yapmıştım, onlardan almayı umuyorum.

Neyse kitaplığımda bu kitabı buldum. On dokuz yaşıma geldim neredeyse ve ben hala Sefiller'i okumuş değildim. Bir şans veriyim dedim. Elime aldığım gibi bitirdim. Gayet güzel bir kitaptı. Olaylar merak uyandırıcıydı.

Arka Kapak: Sefiller 1800 yıllarındaki Paris şehrinin genel bir görünümünü çizerken aynı zamanda da toplum içinde bulunan yoksulluğun hikayesini anlatır. 
Romanın kahramanlarından Jean Valjean, çok aç olduğu için fırından bir ekmek çalar. Bunun bedelini kürek mahkumluğuyla ödemeye başlar. Kürek mahkumluğu sona erip topluma geri döndüğünde cezasının henüz bitmemiş olduğunu görür. Çaldığı bütün kapılar yüzüne kapanmıştır çünkü o “Eski bir kürek mahkumudur.”
Çaresizliğinin son haddinde kendisini misafir olarak kabul eden Digne Piskoposu Monseigneur Myriel’in evindedir ve acınacak bir haldedir. İyilik gördüğü tek yer burasıdır ama evden gümüş şamdanları çalarak ayrılır. Jandarmalar onu görüp Piskoposun yanına getirirler. Piskopos şamdanları hediye etmiş olduğunu söyler.
Jean Valjean bu cömertlik karşısında ne yapacağını bilemez. Artık bu onun son suçudur, dürüst bir insan olmak için söz verir.
Eski bir kürek mahkumunun ahlâkının insanı hayrete düşürecek noktalara ulaşması okunmaya değerdir…

Pazartesi, Haziran 4

Beyoğlu Rapsodisi


Polisiye roman sevdam hala sürmekte. Okuması heyecanlı oluyor. Bende heyecanlanmayı, meraklanmayı ve kitap okurken dudaklarımı kemirmeyi severim. Bu nedenden dolayı ki Ahmet Ümit'in kitaplarının müptelası oldum.

Kısaca anlatırsam... Kitap gerçekten güzel başladı. Bazı kitaplar sıkıcı başlar, bu öyle değildi. Karakterleri tanımayı severim. Onlar hakkında bilgiler edinip kafamda canlandırmayı severim. Bu kitabı okumadım ben ya... Film gibi gözümün önünde canlandı. Beyoğlu sokakları, tarihi binalar... Hoşuma gitti. Yazın sırf orada takılmayı amaçlıyordum. Bu benim için bilgilendirici bir kitap oldu.

Hmm... Bunlar dışında ben bi sonunu sevemedim. Başka birisine odaklanmıştım. O çıkar herhalde diye. Çünkü ipucular falan. Ama yanıldım. Hiç tahmin etmediğim birisiydi katil. Sonunda kitap elimde bir on dakika durdum açıkçası. Ahmet Ümit hep bunu yapıyor. Hiçbir zaman sonunu yakalayamadım. İstanbul Hatıra'sında da aynısı olmuştu.

Arka Kapak: Üç arkadaşın öyküsü bu. Beyoğlu'nda büyümüş, Beyoğlu'nda yaşayan üç ayrı kişilik, üç ayrı kimlik, üç ayrı insan. Ölümsüzlük merakıyla başlayan ölümler. Her cinayetin ardında gizemli bir neden... Ve soruşturma boyunca adım adım, bina bina, sokak sokak Beyoğlu. O çoksesli, çokrenkli, çokdilli, çokkültürlü Beyoğlu. Günümüzün Babil Kulesi... İnsanın bencilliğini, acımasızlığını, öfkesini, çaresizliğini en iyi anlatan mekân... Soluk soluğa bir gerilim, benzersiz bir final...Çok kollu, çok dallı büyük bir ırmağa benzeyen bu muhteşem cadde, papazı, fahişesi, cami hocası, pezevengi, hahamı, Alevi dedesi, bankacısı, işportacısı, öğrencisi, öğretmeni, tinercisi, dönercisi, dekoratörü, evsizi, midye satıcısı, esrar satıcısı, kanun kaçağı, Anadolu kaçağı, Avrupa kaçağı, Amerika kaçağı, Afrika kaçağı, yani yaşam kaçağı, beyazı, karası, sarısı, kızılı yani insan görünümünde olan kim varsa, hepsini, herkesi sorgusuz sualsiz kucaklamıştı.Kiliseleri, camileri, sinagogları, hanları, hamamları, bankaları, giyim mağazaları, kitabevleri, meyhaneleri, birahaneleri, şaraphaneleri, kafeleri, kültürevleri, randevuevleri, sinemaları, tiyatroları, galerileri, vakitleri çoktan dolduğu halde ömür sürmeye çalışan bilmem kaç yüzyıllık inatçı binaları, dar sokakları, kör çıkmazlarıyla Grande Rue de Pera, Cadde-i Kebir, İstiklal Caddesi ya da Beyoğlu nasıl adlandırılırsa adlandırılsın burası her gün, her an değişen yeryüzünün en büyük tiyatro sahnesi gibiydi." 

Sayfa: 408

Çarşamba, Mayıs 9

İmkansızın Şarkısı


Bu kitabı geçen sene duymuştum sanırım. O zamandan beri çok okumak istemiştim. Sonunda okuma fırsatım oldu da sonunu getiremedim. İnanılmaz sıkıldım. Aslında ilginçti ama ardından Naoka'nın ruhsal halleri, Vatanabe'nin çapkınlıkları beni usandırdı.

Cumartesi, Mayıs 5

Ahmet Ümit

Bugün birçok aksilikle karşılaşmama rağmen günümü mahvetmelerine izin vermedim. Bugün güzel bir gündü, ben hem heyecanlıydım hem de mutluydum. Çünkü bugün Ahmet Ümit'in imza günü vardı. Onunla konuşabildim. Düşüncelerimi söyleyebildim. Çok güzeldi!

Ve ondan kalan bir hatıra;

Salı, Nisan 10

Bir ses böler geceyi


Bu kitap beni çok etkileyen bir kitap oldu. Sanırım iki hafta öncesine kadar vizyonlarda filmi varmış ama ben bilmiyordum, zaten bilseydim yine ilk kitabını okuyup sonra filmini izlemeyi tercih ederdim.
Öncelikle şunu söyleyeceğim, tamamen Ahmet Ümit hayranı olmaya başladım. Adamın kitapları şahane bir kere. İşte bunu okudum, İstanbul Hatırası'nı ve bir de Sis ve Gece'yi... İleri ki amacım; Beyoğlu Rapsodisi. Ama onu Beyoğlu'nda gezerken okuma taraftarındayım. Çünkü kitabı okurken orada görmek isteyeceğim çok şey olduğunu söyleyen bir öğretmenim var.

Şimdi Ahmet Ümit'i bırakıyorum, bırakıyorum derken diğer konuları bırakıp tamamen bunu ele alacağım kısaca.
Bir kere bu kitap çok kısa ve özdü. Ama kısaydı derken kesinlikle alçatmıyorum, zaten özdü derken yüceltiyorum. Hani yüz otuz sayfalık kitap, iyiydi. Konusu zaten çok ilginç geldi bana. Meraklıyım böyle konular ilgimi çekiyor. Ve şunu söylemeliyim ki, başı tamamen Stephen Kingvari başladı. Ürkütücü ama çok hoştu. Heyecanlandıran kitaplar kötü olur mu hiç? Aa aaa.

Çok beğendim. Bir iki yeri hariç.

(bundan önce paul auster'ın leviathan kitabına başlamıştım ama ilişkimiz yürümedi, başka bahara artık.)


Arka Kapak: "İçeriği günümüzün felsefi sorunsallarıyla yüklü, akıcı bir dille yazılmış, soluk soluğa bir gerilim kitabı okumak isteyenlere..."
- Levend Yılmaz

" 'Turna donuna girmek', 'güvercin donuna girmek' denilir. Şamanların bazı deneyimlerine. Turna gözüyle görmek denilebilir bunun bir yanına. Bir Ses Böler Geceyi'de Ahmet Ümit, 'hikâyeci donuna giriyor'. Alevî kültürü, Alevî 'ruh halleri' ancak bu kadar anlatılabilirdi. Bu topraklarda kimsenin kimseye yabancı olmadığı da..."
- Reha Çamuroğlu



Sayfa: 130

Salı, Mart 20

İstanbul Hatırası


Kitabı bu kadar geç okuduğumu düşünürsek bunun tek sebebi; ygs'dir. Maalesef sınav yüzünden pek kitap okuyamıyorum. Okumaya çalışsam da bir ay sürüyor neredeyse. Ben normalde bu kitabı, en kötü ihtimalle dört-beş günde bitirirdim ama ne yapayım elim kolum bağlandı.
Kısacası kitabı ben çok sevdim. Sonu hariç kitap yeterince tatmin edici sayılırdı. Aslında olay örgüsünden sıyrılırsam, bu kitap İstanbul'u sevdirdi bana. Ben yaşadığım şehirden habersiz olduğumu fark ettim. İstanbul'u sadece kalabalık bir şehir olarak görüyordum. Oysa sadece bakıyormuşum, önemli olan görmekmiş.
Sınav sonunda, özgür olduğumda, müze müze dolaşacağımın hayallerini kuruyordum ki kitabı okuduktan sonra bu hayaller bana baskı yapmaya başladı. Kısmet artık.

Sayfa: 590

Arka Kapak: Ahmet Ümit'in beklenen romanı İstanbul Hatırası 1 Haziran tarihinde okurlarla buluşuyor. Romanlarında zengin arka planı polisiye kurgu içinde vermekteki ustalığı ile bilinen Ahmet Ümit'in bu romanı da yine peş peşe işlenen cinayetlerin çevresinde kurgulanmış. Ancak bu kitabı sıradan bir polisiye romandan ayıran birçok özellik var. Her şeyden önce zengin kadrosu ile İstanbul Hatırası, çeşitli kesimlerden İstanbulluyu bir araya getirerek içinde barındırdığı alt öykülerle zengin bir yapı sunuyor. Birbirine bağlanan bu alt öyküler bir yandan gerilimin etkisini artırırken bir yandan da romanı şenlikli ve çok yönlü bir yapıya ulaştırıyor. 
Kitabın bir başka önemli özelliği de İstanbul hakkında son derece detaylı bilgi içermesi. Kurgunun içine yerleştirilen bu bilgiler hem okumayı daha meraklı hale getiriyor hem de tarih aracılığıyla çok günümüzün dışındaki öykülerin de kurguya yerleşmesine imkan tanıyor. Böylece Ahmet ümit'in İstanbul Hatırası adlı romanı, başka başka dönemlerin öykülerinin eşliğinde, günümüz İstanbul'unun geniş bir panoramasını oluşturuyor. Tutucusundan modernine, eski İstanbullusundan yeni göç etmişine, milliyetçisinden gayrı Müslim'ine varana dek İstanbullu diye adlandırılabilecek herkes bu kitabın içinde kendi öyküleriyle birlikte İstanbul'un devasa çarklarının dişlilerini dile getiriyor. Binlerce yıllık tarihiyle İstanbul başrolü oluştururken romana girip çıkan her karakter de İstanbul'un nasıl İstanbul olduğunu aktarıyor. 

Pazartesi, Şubat 20

Kürk Mantolu Madonna



Sadece çok sevdim. Bu kadar.

Sayfa: 164

Arka Kapak"Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum "Kürk Mantolu Madonna"yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum."

Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz. Yapıtlarında insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına (?) dair, yanıtlanması zor sorular soruyor.

Şevk Sarayı


Uzun zamandır bir kitabı yarım bırakmıyordum ama bırakmak zorunda kaldım. Aslında bunun sebebi ygs'ye odaklanmam. Biraz fazla ara verdim kitap okumaya ve bu yüzden aramıza soğukluk girdi bu kitapta. Ben de devam edemedim haliyle. Bir gün bu seriyi tamamen bitireceğim ama henüz değil.

Sayfa: 448

Arka KapakKahire Üçlemesinin ikinci kitabı Şevk Sarayinda Ahmet Abdülcevat ve ailesinin hikâyesi devam ederken artık ikinci kuşağın, yani çocukların -Yasin, Kemal, Hatice ve Ayşe-yaşamı ağırlık kazanıyor. Yasin'in evinin bulunduğu Şevk Sarayı Sokağı'ndan adını alan bu ikinci kitabın arka planında 1920'lerin sonundaki Mısır ve Kahire de yerini koruyor.
Kahire Üçlemesinin birinci kitabı Saray Gezisi üzerine yazılanlar:
Necip Mahfuz Saray Gezisi'nde, her bir aile ferdinden etkileyici tiplemeler çıkarmayı bilmiş. Batı dünyasında ne ölçüde kavrandığını bilemiyorum, ancak bu ailenin, özellikle Ahmet Bey'in bizim toplumumuzda hâlâ bir karşılığı var. Din ve gelenekle modernleşme arasındaki gerilimin sürdüğü bir ülkede, elli yıllık gecikmesine : rağmen Saray Gezisi hâlâ güncel.

Cuma, Ocak 6

Konu dışı#1

Şimdi kitap okurken bunu dinlemek isterdim ama türkçe ve ingilizce kitabım sorularını çözemeleri için bana tehditkâr bakışlar atmakta... Elim kolum bağlı. Oturup çözmem şart yani. Ama atom karınca hızına ulaşırsam kitap okumayı planlıyorum.

Phil Collins - Another Day In Paradise

Normal video şeklinde nedense eklenmiyor. Bağlantı ismi gözüküyor. Shithappens.

Çarşamba, Ocak 4

Beş parasızdım ve kadın çok güzeldi.

Yeni yılın ilk kitabı gibi görünse de ben öyle saymıyorum. Bu kitaba bir hafta öncesinde başladım ama çantamda süründü resmen. Hocam ikinci kitabı verip şu kitabı da bitir artık deyince sınav haftam maftam demeden iki saatte bitirdim bu kitabı. Kabul, çok az okumuştum zaten. Anca bitti. 

Kitabın ilginç yanı; kitaba başlar başlamaz odak noktasındaki karakterin öleceğini bilmenizdi. Nasıl öleceği de kısmen yazıyordu, öldüren kişi de kısmen biliniyordu. Ben asıl olaylar nasıl gelişecek diye çok kıvrandım. Olay iyi gelişti. Ne bekliyordum neler çıktı diyeyim. Çok şaşırtmadı ama güzeldi. Hatta kitapta Behzat Ç'nin adı geçince kitabı daha bir sahiplenmiş gibi oldum sanki, torpil gibi olmasın ama.

İlk kitabı olmasına rağmen anlatış tarzı fena değildi. Ben sadece durduk yere parantez açma olayına kıl oldum ama sorun bende. Saçma sapan şeylere takılırım hep.

Sayfa: 276

Arka Kapak: Dünya Gençler Satranç Şampiyonu olarak girdiğim İstihbarat'tan, iki yıl önce kıçıma tekmeyi vurarak kovmuşlardı beni...
İstanbul'a mis gibi kar yağıyordu.
Bir kadın, bir yıldan beri pineklediğim barda beni bulmuş ve
kayıp babasını aramam için iki yüz bin lira teklif etmişti...
İşi kabul ettim, çünkü beş parasızdım ve kadın çok güzeldi...
Üstelik her geçen gün daha da çürüyen içimdeki adamı da kurtarabilirdim belki...
Yolumun, bir dönemin en azılı katiliyle kesişeceğini nereden bilirdim ki?

İşte şu an ben kanlar içinde yerde yatarken katil tepemde dikiliyordu.
"Bu işler satranç oynamaya benzemez" dedi.
Üç el silah sesi daha duydum.
Kafama sıkmış olmalıydı.
Zamanı gelmişti: Ruhum kanlar içindeki bedenimden ayrılmış gökyüzüne doğru havalanıyordu.